Herkes için son bir vakt-i merhun gelecek, defter kapanacaktır. Başa dönmek, yeniden başlamak, hataları düzeltmek fırsatı bitmiş olacak.
İlerleyen yaşımdan mı kaynaklanıyor bilmem ama o vakt-i merhunun eşiğinde, dünyadan büsbütün koptum. Tek niyaz ve temennim, o son ân gelip dayandığında Kutub Yıldızı serisini beş cild olarak tamamlamış olmak. O zaman gözüm arkada kalmayacak, kemâl-i sürurla teslim-i ruh edebilirim.
Kimsenin ömrü ebediyeti kazandıracak kadar uzun değil, onun için vefatından sonra da defterini açık tutacak hasene kaynakları olmalı; kıyamet demine kadar sevablar dökülmeli o kaynaktan: Bir mâbed, bir imaret, bir yol, bir evlâd, bir kitab gibi.
Kitab, belki de en iyisi… Hem ulaştığı kemiyetin büyüklüğü hem de doğrudan ruh, kalb ve akla hitab etmesi sebebiyle en iyisi.
Bediüzzaman yazmasaydı, fânî ömrü müddetince verdiği çetin mücadelenin neticesi bu kadar cihanşümûl ve parlak olmayacak, nüfuzu kıyamete kadar devam etmeyecekti. Oysa çok verimli bir hayat yaşamıştı. Demek asıl verim yazması imiş.
Herkes yazabilir mi? Evet, yazabilir. Ancak tohum doğru toprağa düşmüş olmalı. Kamal Atatürk ve icraatları Anadolu toprağını çoraklaştırdı; insan değil, ot bile yetişmiyor. Devlet mekânizması insan yetiştirmeme üzerine kurulu.
Arada nâdiren boy atanlar hudayi nabit… Hatta devlete rağmen.
Yüz yıllık eğitim sistem ve müfredatı, hunhar bir cellâd gibi, nesillerimizin şuurunu iğdiş edip ruhlarını katlediyor. Bu giyotinden sakatlanarak kurtulanlar bile bahtiyar ama onlar da istisnanın istisnası.
İnsanımızın şuuru mefluc, gözleri kör, ruhu hasta. Kafataslarımız devletin balçık teknesi. İlk şekli, daha doğrusu şekilsizliği, mecburi eğitim adı altında o veriyor: Keyfince, hoyratça, merhametsizce, bir milleti mahvettiğini bilerek.
Yazamıyorsanız, bari okuyunuz. Kim bilir, belki hâlâ bir şeyleri kurtarabilirsiniz, kurtarabileceğiniz bir şeyler hâlâ vardır…